Page 465 - Risale-i Nur - Şualar
P. 465

ONDÖRDÜNCÜ  ŞUÂ                                                                                                             467


           çalıştılar,  kabûl  etmedim.  "Öyle  ise  nasıl  idare  edersin?"  denilse,  derim:
           Bereket ve İkrâm-ı İlâhî ile yaşıyorum. Nefsim çendan her hakarete,
           her  ihanete  müstehak  ise  de;  fakat  Kur'an  Hizmetinin  Kerâmeti
           olarak,  Erzak  hususunda  İkrâm-ı  İlâhî  olan  Berekete  mazhar
                                ِ ِ
                         ِ
                              ف كبر ةمعنب امَا و Sırrıyla, Cenâb-ı Hakk'ın bana ettiği
           oluyorum.   ثدح  َ َ َ َ ْ  ِ ِ  َّ َ
                       ْ   َ

           İhsânâtı  yâdedib,  bir  Şükr-ü  Mânevî  nev'inde  birkaç  nümunesini
           söyleyeceğim. Bir Şükr-ü Manevî olmakla beraber, korkuyorum ki, bir riya
           ve gururu ihsas ederek o mübârek Bereket kesilsin. Çünki müftehirâne gizli
           Bereketi  izhar  etmek,  kesilmesine  sebeb  olur.  Fakat  ne  çare,  söylemeye
           mecbur oldum.

               İ ş t e  B i r i s i : Şu altı aydır otuzaltı ekmekten ibaret bir kile buğday
           bana kâfi geldi. Daha var, bitmemiş. Ne mikdar kifayet (Hâşiye) edecek,
           bilmiyorum.


               İ k i n c i s i : Şu mübarek Ramazanda, yalnız iki haneden bana yemek
           geldi, ikisi de beni hasta etti. Anladım ki, başkasının yemeğini yemekten
           memnû'um.. Mütebâkisi, bütün Ramazanda benim idareme bakan mübarek
           bir hânenin ve sâdık bir arkadaşım olan o hane sahibi Abdullah Çavuş'un
           ihbarı  ve  şehadetiyle;  üç ekmek,  bir  kıyye  (kilo  demek)  pirinç  bana  kâfi
           gelmiştir. Hattâ o pirinç, onbeş gün Ramazandan sonra bitmiştir.


               Ü  ç  ü  n  c  ü  s  ü  :  Dağda,  üç  ay  bana  ve  misafirlerime  bir  kıyye
           tereyağı,  -hergün  ekmekle  beraber  yemek  şartıyla-  kâfi  geldi.  Hattâ
           Süleyman  isminde  mübarek  bir  misafirim  vardı.  Benim  ekmeğim  de  ve
           onun ekmeği de bitiyordu. Çarşamba günü idi; dedim ona: Git ekmek getir.
           İki saat, her tarafımızda kimse yok ki, oradan ekmek alınsın. "Cum'a gecesi
           senin  yanında  bu  dağda  beraber Duâ etmek arzu ediyorum." dedi. Ben de
                  ِ
           dedim:   للّٰا  ٰلٰع انْلَّكوت,  kal.  Sonra  hiç  münasebeti  olmadığı  halde  ve  bir
                             َ َ
                       َ َ
                   ه
           bahane yokken, ikimiz yürüye yürüye bir dağın tepesine çıktık. İbrikte bir
           parça su vardı. Bir parça şeker ile çayımız vardı. Dedim:  "Kardeşim, bir
           parça  çay  yap."  O  ona  başladı,  ben  de  derin  bir  dereye  bakar  bir  katran
           ağacı   altında   oturdum.   Müteessifane   şöyle   düşündüm  ki:  Küflenmiş
                  ------------------

                  (Hâşiye): Bir sene devam etti.
   460   461   462   463   464   465   466   467   468   469   470