Page 97 - BODRUMDERGİ | KASIM 2022
P. 97
tahtta oturan kavuklu bana, “dindar bir insan mısındır” diye sorunca, “değilimdir” dedim. “ama allah’a inanırım” demek ihtiyacını hissettim nedense. “allah’a inanmak önemlidir bizim için” dedi.
bundan sonra olanlar bayağı uzun ve konumuzun dışında. şimdilik bende saklı kalsın. ama uzun ve akıl karıştırıcı sınavdan başarıyla çıkmıştım.
sınavın sonunda kavuklu solundaki adama dönerek, “söyle bakalım yiğitbaşı, nedir durumumuz,
var mıdır gedik” diye sordu. yiğitbaşı önündeki kağıtları karıştırdı ve “yok bir gedik” diye mırıldandı. bunun üzerine tahttaki kavuklu bana dönerek “ihtiyarlar meclisince 3 yıllığına seçildiğim
bu koltukta 107 yıldır oturuyorum. bu süre zarfında gedik olmadan yeni birini aramıza almadım. gedik, tahmin edebileceğin gibi “eksik” demektir. arayıcı esnafın sayısı sabittir. bir arayıcı esnaf boşluğu doğmadan aramıza yeni bir arayıcı alamayız” dedi. sonra iki yanda ayakta duran kalabalığa doğru bakarak, “var mı ahir zamanında köşesinde, minderinde oturup tespihini çekmek isteyen” diye sordu. kalabalık hafiften bir kıpırdandı, yan gözlerle birbirini süzdü ve düşünceli bir sessizlik hâkim oldu salona. bunun üzerine sonradan unvanının şeyh subaşı olduğunu öğrendiğim kavuklu, “aralarından sence en yaşlısı hangisi ise onu göster bakalım, zira o ölünceye kadar gelirinin
bir kısmını onunla paylaşacaksın, ölüme yakın olmasını istersin” dedi.
ben adama, “nasıl yani” gibilerden bakınca, “ömrünün sonuna kadar onu geçindirecek paran varsa şimdi verebilirsin ve o da işini sana bırakır, yoksa yanına git ve sağ elini omuzuna koy” diye buyurdu. büyülenmiş gibi iki yanımdaki kalabalığı uzun uzun süzdüm. içlerindeki en yaşlısı gibi gördüğüm altmış yaşlarındaki birinin yanına giderek omuzuna dokundum. şeyh subaşı, “bunca insanın içinde bula bula benim oğlumu buldun demek” diyerek
ekledi; “175 yaşlarında olmalı, bayağı iyi bir seçim” derken hafifçe gülümsedi. ilk başlarda söylediği “107 yıldır bu koltukta oturuyorum” sözünü bir dil sürçmesi ya da bir mübalağa olarak görmüştüm ama şimdi oğlunun 175 yaşında olduğunu söylemek de neyin nesi oluyordu?
sonradan anlayacaktım ama bu konu da bana kalsın. sırrım iki oldu. anlatırım bir ara onu da size.
şeyh subaşı sağında duran kefilime dönerek, “mührü yanında mı” diye sordu. kefilim sağ elime doğru bakarak “evet, mühür parmağında” dedi. şeyh bana dönerek, “ver bakalım şu mührü, bitirelim bu işi artık” dedi.
kızıldan mora, mordan kül rengine dönen mührüm bir dövmeydi artık.
“aramıza hoş geldin arayıcı” dedi şeyh ve herkes iki elini göğsünün üzerinde çaprazlamasına birleştirerek öne doğru eğildi ve beni selamladı.
işte o gün bugündür arayıcı esnafı olarak bu mesleği icra ediyorum. aslında daha karmaşık ve uzun bir hikâyedir ama olan biten özetle tam da böyleydi. geçtiğim sınav başlı başına ayrı bir hikâyedir. yaş mevzuları da öyle..
başımdan geçen bu hikâye durup dururken aklıma gelmedi. “nereden geldi” diye soracak olursanız onu da anlatayım..
arayıcı esnaflığı yapmakta olduğum otuz yıl boyunca bir çok kişi bana, “bu işi biz de yapmak isteriz, ne yapmamız gerekir”
diye sorduysa da gerçekten yapabilecek niteliklere sahip tek bir kişi çıktı, onunla da dün akşam karşılıklı birer viski içtik ve köşkten içeri ilk adımını attı. kefili bendim ve dün akşam şeyh subaşının sağında oturuyordum. çaylak arayıcının üzerinde çapa bulunan gümüşten mühür yüzüğü vardı. dün akşam bileğinin iç kısmına dövme olarak nakşedildi.
bu hikâyeyi size anlatmam gerektiğini dün akşam düşündüm. bu sabah da anlattım işte...
demem o ki çöp konteynerlerinin içine kafasını sokmuş, cam,
plastik, kağıt ve işe yarar nesneleri ayıran arayıcı esnafını öyle
pek de küçümsemeyin. tabii gördüklerinizin hepsi tescilli arayıcı esnafı değil.
günümüzde bir çok arayıcı esnafı evinde otururken kendisine
ait bölgede onlarca adam çalıştırmakta. bizim gibi bizzat işinin başında olan arayıcı esnafı giderek azalmakta.
“her düşsel öykünün gerçek olduğunu belirtmek moda oldu günümüzde, ama benimki gerçek” diyor borges, kum kitabında, benim ki de öyle...
parmağımda takılı, hiç çıkarmadığım, babamdan bana yadigâr, dedemin dedesine ait mühür yüzükten bahsettiklerini anladım. parmağımdan çıkardığım, üzerinde osmanlıca, “habib allah” yazan yüzüğü ileri doğru uzattım. şeyh, “gel yanıma bakalım” diye eliyle işaret etti ve ben sarsak adımlarla şeyhin önüne giderek durdum. ayağa kalktı. yüksekteki basamaktan yanıma inerek avucunu açtı. avucunun içine bıraktığım yüzüğüm, közden alınmış kor hâlindeki bir ateş parçasına döndü. sağ elimi tutup kolumu iç tarafını göreceği şekilde çevirdi ve mührü tam bilek içime bastırdı. mangal üzerine bırakılmış kuyruk yağı gibi bir koku geldi burnuma ve “habib allah” yazısı bileğimin iç kısmına nakşedildi. ahşap zemin canlı bir varlıkmış gibi ayağımın altında kımıldamaya başlamıştı. derimin kavrulduğunu görebiliyordum ama en ufak
bir acı, yanma hissetmiyordum.
95