Page 96 - BODRUMDERGİ | KASIM 2022
P. 96

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ
ata yadigârı yüzüğün sırrı
arayıcı esnafıyım ben. adımın bir önemi yok. anlatacağım olay 1992 yılında izmir alsancak’ta geçti. evleneli on yıl olmuştu ve çocuğumuz altı yaşına gelmişti. 1,5 yıldır işsizdim ve doğduğum, büyüdüğüm topraklardan uzakta, tek bir akrabamın olmadığı bu şehirde
bütün iş görüşmelerim olumsuz sonuçlanıyor, ‘gel bir deneyelim’ denilen işleri de ben beğenmiyordum. bir şey yapmalıydım. birinin yanında çalışmayı düşünmüyordum. eski işimi, memuriyet olduğu ve uzun yıllar masa başında çalışamayacağımı anladığım için bırakmıştım. kendi başıma bir iş yapmalıydım ama beş param yoktu bir iş kurabilmek için.
  ALI TANRISEVER
  bir gün havanın daha yeni kararmaya başladığı saatlerde eve dönerken çöpleri karıştıran genç bir adam gördüm. kendi boyunun iki katı büyüklüğünde bir çuvalı çekçek kafesin içine yerleştirmiş, çöpün içinden bulabildiği kâğıtları ve teneke kutuları ayrıştırıyor,
bu çuvalın içine yerleştiriyordu. bir yandan da anlamadığım bir dilde türkü söylüyordu. işini ciddi bir şekilde yapmakla birlikte, yaparken eğleniyordu da.
işte dedim, bu benim işim. ben bu işi yapmalıydım. eve geldim. yemekten sonra ve tüm gece boyunca bu işi düşündüm. eşime açmaya cesaret edemedim. “çöpçü mü olacaksın” diyecekti, biliyordum ama kötü biçimde takmıştım bu işi kafama. işe başlama, bırakma saati yoktu. patronu yoktu. müdürü yoktu.
iş arkadaşı yoktu. harika bir işti. lezzetli bir, bir başına buyrukluktu. her günün, bir diğeriyle aynı olmayan serüvenli bir yanı olacaktı. tam benlikti.
ertesi gün aynı saatlerde o genç adamın yolunu gözlüyordum. gidip konuşacaktım. bu işe nasıl başladığını, benim bu işi yapmam için nereden başlamam gerektiğini soracaktım, sordum da... bu bölgede çalışmak istiyorsam güney zümre’ye başvurmalıydım. oradan iznim olmadan bu işi yapamazdım. bana yardımcı olacaktı ama çok zordu. şartları ağırdı. altından kalkabilecek miydim? “kalkarım” dedim, denemek istediğimi söyledim. şanslıydım, yılda iki kez toplanan güney zümre önümüzdeki salı toplanacaktı.
beni oraya kendisi götürecekti. salı gününü iple çektim. söylediği yerde buluştuk. onu, siyah takım elbise, beyaz gömlek, siyah kravat, pırıl pırıl mokasenleriyle görünce çok şaşırmıştım. öylesine şıktı ki bir şirkette üst düzey yönetici gibi duruyordu. “bir yerde oturup bir şeyler içelim rahatlarsın” dedi. daha çok heyecanlandım. rahatlayacak ne vardı anlamıyordum.
oldukça lüks bir kafe bara
girdik. garsona iki viski söyledi. hayatımda dışarıda bir yerde ilk kez viski içecektim ve bunu bir çöp toplayıcı ile yapıyordum. kendimi çok eğreti hissediyordum. viski beni rahatlatmadı. çünkü az sonra, viski içmeyi gerektirecek derecede önemli bir olayın
içine gireceğimi hissetmeye başlamıştım. hesabı ödedi, kalktık.
dışarı çıktığımızda yağmur çiseliyordu. iki sokak ötede bahçe içinde iki katlı ahşap bir köşkün yan kapısından içeri girdik. köşkün ana kapısı önünde sohbet eden aynı kendisi gibi şık giyimli adamlara uzaktan eliyle selam verdi. hizmetli kapısından içeri girer girmez sağ taraftaki küçük bir odaya soktu beni ve “burada bekle” dedi, çıktı. orada ne kadar beklediğimi hatırlamıyorum ama sanırım yarım saatten fazlaydı. sonra içeri iki kişi girdi ve “gözlerini bağlamamız gerekiyor” dedi. viski etkisini hissettirmeye başlamıştı, rahattım. sessizce itaat ettim. gözlerimi bağladılar ve koltuk altımdan bana destek olarak yürütmeye başladılar. sekiz on basamak merdiveni birlikte çıktık, bir süre yürüdük, bir iki
basamak daha çıktık. sonunda bir kapıyı çaldılar, kapı açıldı ve içeri girdik. kalabalığın fısıltılar hâlindeki konuşmaları ve zemindeki ahşap rabıta üzerindeki ayak sesleri kesildi. kapının ağzında durduk. gözlerimi açtıklarında gördüğüm manzara şuydu: on metre kadar önümde yüksek bir koltukta tahtındaki bir padişah gibi başında kavuk, üzerinde kaftan bir adam oturmakta. tam padişah olacakken yarım kalmış, ama bu hayalden
de vazgeçmemiş gibi bir hâli
var. üzerinde kaftan kesin vardı da kavuğu hafızam mı ekliyor bilemiyorum. ama nedense bir kavuk imgesi kalmış belleğimde. iki yanında daha alçakta benzer kıyafetlerde iki adam daha oturmakta. onların başında kavuk yok. salonun sağında ve solunda ise ayakta durmakta olan yaklaşık 60 kadar erkek. hepsi bana bakıyor. bense tam karşımdaki tahtta oturan adama.
tok bir sesle “hoş geldin” dedi. sesi odanın içinde yankılanmıştı. sesimi çıkarmadan, başımı öne eğerek “hoş bulduk” dedim. sadece dudaklarımı kımıldatarak söylemiştim bunu. sağında duran adama dönerek, “bunun kefili sen misin” diye sordu. sağında duran adamın beni oraya getiren çöp toplayıcı genç olduğunu
o an fark ettim. “benim” dedi çöp toplayıcı. “her şeyine kefil benim” diye tekrarladı. kendisine minnet duymakla birlikte çok aşağılandığımı hissettim. o kimdi de bana kefil oluyordu? beni tanımıyordu bile. beni sorgusuz sualsiz buraya nasıl getirdiğini, bana niçin güvendiğini bile anlamamıştım.
   94














































































   94   95   96   97   98