Page 102 - BODRUMDERGI | MAYIS 2022
P. 102
BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ
papağan ali
“her düşsel öykünün gerçek olduğunu belirtmek moda oldu günümüzde ama benimki gerçek” diyor borges, kum kitabı öyküsünde. benimki de öyle...
ALİ TANRISEVER
Yazar
heidelberg, ‘alt stadt’ bölgesi-almanya
arabanın silecekleri, yağmur sularını sağa sola savurmakta aciz kalıyor. direksiyon başında yaşlı şoför ve ben gecenin ıssızlığında karanlık
bir ormanın içinde yol alıyoruz. istasyondan bindiğim eski ve her yanından başka bir ses gelen araba, bahçe içindeki beyaz evin önünde duruyor. şoför omzunun üzerinden “burası” diyor. önceden anlaştığımız paranın biraz üzerindeki tutarı uzatıp dışarı fırlıyorum. çantamı kafama siper ederek mermer merdivenleri hızla çıkıyor, kendimi sundurmanın altına atıyorum. üstümü başımı düzeltip
zili çalmaya yeltendiğimde, kapı kendiliğinden açılıveriyor.
45-50 yaşlarında, hizmetçi kıyafetli kadın bana bakıyor ve geriye çekilerek içeri buyur ediyor. dışarıdan küçük bir saray yavrusu gibi görünen evin hayal ettiğim kadar büyük olmadığını fark ediyorum. antrenin her iki yanında kapıları açık duran birer oda, üst tarafta ise iki basamakla çıkılan bir hol var. iki adım atıp içeri girdiğimde kapı arkamdan kapanıyor. hizmetçi bana holdeki kanepeyi göstererek oturmamı söylüyor, oturuyorum. üzerinden sular süzülen çantamı ayak ucuma bırakıp ahşap merdivenlerden yukarı çıkan hizmetçiyi izliyorum. üç dört dakika sonra siyah takım elbisesi, beyaz gömleği, siyah kravatıyla 25 yaşlarında bir genç aşağıya iniyor. saçları özenle ortadan ayrılarak taranmış, bıyıklı
bir genç. dikkat çekecek derecede beyaz, kumaş eldivenler var ellerinde. eldivenlerini çıkarmadan bavyera aksanlı almancasıyla “merhaba” diyor. “merhaba” diyorum, eldivenli elini sıkarken.
“bayan sava size yatacağınız odayı göstersin, dinlenin, sabah
kahvaltıda konuşuruz” diyor. o bunu söylerken bayan sava çağrılmış gibi merdivenlerden iniyor. ayağımın ucunda, yerde duran çantamı alıyor ve tekrar merdivenlere yöneliyor. ben de arkasından çıkıyorum. girdiğim küçük odada tek kişilik bir yatak, üzerinde sürahi ve bardak olan bir komodin, yerde de küçük bir halı var. hepsi
bu. henüz sesini duymadığım sava, dışarı çıkıp arkasından kapıyı kapatır kapatmaz kendimi yatağa atıyorum.
O sırada gözüm komodinin üzerindeki kataloğa takılıyor. alıp bakıyorum. kapakta; ‘heidelberg üniversitesi
dil bilimi ve ses enstitüsü papağan
dili yüksek lisans bölümü’ yazıyor. gülümsüyorum. bunun için buradayım. açmadan yerine bırakıyorum. gözlerim kapanıyor...
2 gün önce. cağaloğlu-istanbul
nefes nefese girdiğim gazete binasının üçüncü katındaki spor servisine asansörü beklemeden merdivenden çıkıyorum. geç kaldım... servise girerken Belgin hanım gülümseyerek, “seni dış haberlerden bekliyorlar” diyor. içimden “oğlum yurt dışına maça gidiyorsun” diyerek sırıtıyorum. aynı hızla, dış haberler müdürünün yanına çıkıyorum. müdür, “senin almancan iyiydi değil mi” diye
soruyor. “evet” diyorum heyecanla. “ailem hâlâ almanya’da, ben de çifte pasaportluyum.” kafasını sallayıp “almanya’da sana ihtiyacım var.
bu işi verebileceğim başka kimse
yok. herkesin işi başından aşkın”
diyor. küçümsüyor mu bizi bu herif? ne de olsa spor servisi çalışanları diğerlerine göre bir avuç yaygaracı. üstelik ben, bu yaygaracılar arasında bile çaylağın tekiyim. “heidelberg’e gidiyorsun” diyor. sonra ezberden okuyamayacağını düşünerek önündeki kağıt yığınından bir sayfa çekiyor.
heidelberg üniversitesi dil bilimi ve ses enstitüsü papağan dili yüksek lisans bölümü. “buraya gideceksin... detayları sana editör anlatacak, yanına uğra.”
kapı çalıyor. uyanıyorum. Ortalık henüz aydınlanmamış. nerede olduğumun ayırdına varıyorum. bayan sava’nın sesi geliyor. “guten morgen herr ali!” saatime bakıyorum, 06.30. içimden sırp asıllı olduğunu tahmin ettiğim alman sava’ya küfür savuruyorum, uyku sersemliğiyle. “kalktım bayan sava” diye sesleniyorum. ayak sesleri uzaklaşıyor. yattığım gibi kalkıyorum yataktan. giyiniğim... çantamı alıp odadan çıkıyor, sofaya iniyorum. enstitü müdürü delikanlı özenle taranmış saçları, sinekkaydı tıraşı, ellerinde kar gibi beyaz eldivenleri
ve üzerindeki siyah takım elbisesinin içindeki kolalı beyaz gömleği ile
bir dük edasıyla bekliyor. günaydınlaşıyoruz, “kahvaltıdan
önce size çalışmalarımızı yerinde göstermek isterim” diyor. sofanın
dip tarafındaki kapının kilidini üç kez çevirerek açıyor ve arkamızdan üç
kez kilitliyor. anahtarı cebine sokuyor. aşağıya, mahzene doğru iniyoruz. yerin üç kat altına kadar inen bir merdiven bu. indiğimiz zemin siyah beyaz karo taşları ile bir satranç tahtasını andırıyor. zeminin tam ortasında en az üç metre yüksekliğinde, belki beş metre çapında çok büyük bir kafes var. içinde iki kaplan pekâlâ birbirine değmeden dolanabilir. burası orta çağ şatolarının mahzenlerinde bulunan küçük bir şapeli andırıyor. çok yüksek bir kubbesi var. kubbenin tam ortasından büyük bir türk bayrağı kafesin üzerine kadar iniyor. duvarlar, osmanlı dönemine ait çizimler, hilalli bayraklar, yeniçerilerin yer aldığı savaş sahneleriyle kaplı. konuya vakıf olmakla birlikte, mahzende bu görüntülerle karşılaşacağım aklımın ucundan bile
100