Page 22 - 09153309_okumakulturu_kulturveedebiyatbulteni
P. 22

18 MART 2025 / VESSELAM GAZETESİ ÖZEL SAYI / 4                          ÇANAKKALE MEKTUPLARI








                                        “Bir Askerin Siperdeki İlk Gecesi (1915)”



        “Sevgili Kardeşim Müfit Necdet’e,

        Başları göklere doğru uzanmış, dağların üzerinde kartallar gibi uçuşan bulutlar, altın kurdelelerle işlenirken muhitin sükûn
        ve  sükût  ile  titreyen  kalbinde,  karanlıkları  yaran,  zulmetlere  meydan  okuyan  bir  seda  yükseldi.
        “Silâh başına!…”

        Bu emir birkaç şahısta, bir kaç ağızda tekrar ederek, yansıdı. Artık gölgeler dolaşıyor, fısıltılar çoğalıyor, bazen kısa, sert ve
        keskin emirler duyuluyordu. Mahmur gözler, arslan yürekler, cesur yiğitler karşılaştıkça, bir nakarat gibi; “düşman taarruz
        ediyormuş” deniliyor ve bu cümleyi hafif alaycı bir tebessüm takip ediyordu. Hiçbir yerde, hiç bir kimsede olağanüstülük,
        heyecan  görülmüyordu.  Ölüme  karşı  gitmeye  hazırlanan  bu  cesur  kahramanlar  üzerinde  küçük  bir  tereddüt  bile
        hissedilmiyordu. Yalnız sükûn  ve intizamla çalışan, düşmana karşı koyacak, ölümle çarpışacak fakat vatanı  kurtarmaya
        azmetmiş,  milletin  namusuyla  eğlenen,  yurdun,  Türk’ün  mukaddesatıyla  eğlenen,  küçük  görmek  isteyen  düşmanı
        kahredecek, şanlı bir destan ve kahramanlık görülüyordu. Genç subaylar kılıçlarını kuşanıyor, azimkâr gözlerle düşman
        istikametindeki yıldızlardan haberler sezmeye uğraşıyordu.

        Bunlar  da  benim  gibi,  hepsi  de  genç,  hepsi  de  yeni  terfi  etmiş,  henüz  gençlik  devresinin  ateşli  ihtiraslarını  yenmeden,
        gençliğin zevk ve emellerine doymadan, vatanın bağrında, alçalmış çizmelerle, boşa yürüyen düşmana haddini bildirmek
        için, namuslarına tecavüz edilmiş milletdaşlarının, hakaret görmüş kardeşlerinin intikamını almak için, din için namus için,
        vatan için istikballerini çiğneyerek yurdun istikbali uğrunda hudutlara koşmuşlardı.

        Ay, doğudan nurlu saçlarını dökerek, altın ışıklarıyla yolumuzu aydınlattı. Kâinatın boşluklarında hüzünler, elemler dolaştı.
        Gözler ilerde, tüfekler omuzda herkesin kalbinde nur ve iman fikrinde, din ve vatan endişesi içerisinde, Kuzey Yıldızı ‘nın
        izini  takip  ederek  ilerliyordu.  Uzaklardan  duyulan  bir  kaç  silâh  sesi,  gecenin  sessiz  hüznünü  yırtarak  etrafa  dağıldı.

        Önde cüretkâr adımlarla yürüyen dinç, vakarlı subaylar, arkasında gözleri vatanın her tarafına sokulmak isteyen düşmana;
        şimşekler, ateşler saçan bir kıta. Bunlar ayaklarının hareketiyle meydana gelen küçük, hafif çıtırtıları duymayarak, mehtabın
        ışıklarından  sabahın  olduğuna  hükmeden  bülbüllerin  ötüşlerine  asla  ehemmiyet  vermeyerek,  etrafın  yeşil  ormanlıkları
        arasından gösterilen istikamette, düşmanı kahretmek için ilerliyordu. Sert, kısa ve emredici bir ses, gecenin mahmur karanlığı
        üzerinde uçuştu:

        “İstikamet 34 nolu savunma noktası!...”

        Başlar sola, ayaklar sola, mangalar sola döndü. Artık yüksek, çetin, çakıllı, manalı bir dağ tırmanılıyordu. Mesafenin verdiği
        yorgunlukla terleyen yüzümü, beyaz “Mim” markalı mendile silerken, kalbimde saklayamayacağım bir acı duydum. Ruhum
        ezildi. Gözlerimde hayaller, beynimde birer birer mazinin tatlı hatıraları dolaştı. Batıya döndüm, İstanbul’un beyaz ufuklarına
        doğru üç senedir hasret çektiğim bir mevcudiyetin hayaline yemin ettim. “Vatanı düşman ayakları, camileri haç gölgeleri
        altında görmektense, genç hemşirelerin namusları ayakaltına alınmak, ihtiyar annelerin beyaz saçları hakaret edilmektense,
        senin; özellikle senin, Ey güzel hayal! Düşman kucağında çırpındığını duymaktansa, şu yüksek tepenin bulutlara karışmış
        zirvelerinde bayrağım gibi kırmızı kanlara boyanarak ölümü isterim” dedim. Ettiğim bu yemini uzaklardan duyulan düşman
        mermilerinin boğuk sesleri tekit etti. Yüksek, hâkim semalara  karışan tepenin oyulmuş bağrında girdiğimiz siperlerden;
        önümüzde  gümüş  pırıltılarla  akan  derenin  parıltısı;  tabiatın  mehtap  ile  konuşması  görülüyor  ve  hissediliyordu.

        Önümüz toprak, arkamız toprak, her yanımız toprak ve kim bilir ihtimal bir kaç saat sonra büsbütün bu topraklara gömülmek
        için hayata veda edecektik.  Fakat hayır! Mukaddesatımı çiğnemek isteyen, Kabe’me haçlar yerleştirmek isteyen, bu sefil
        düşman leşlerinden kan abidesi ve zafer teşkil etmeden ölmeyeceğim. Gözlerimde beyaz ve güzel bir hayal, ellerimde ölüm
        püsküren küçük ve yuvarlak bombalar olduğu hâlde yürüdüm ve atıldım. İlk bombayı sevgilim nâmına ateşlerken batıya,
        onun diyarına bulutlarla selâmlar, hürmetler yolladım.”


              Çanakkale Mektupları, Süeda Yayınları, Isparta, 2015.


                                                                                                       SAYFA 22


                                          Karşıyaka Hacı Fatma Bodur Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi Tarih Bülteni
   17   18   19   20   21   22   23   24   25   26   27