Page 16 - GÜLDESTE ŞUBAT 2020
P. 16
Hastalığın nedeni ya bir bakteri toksini ya da filtrelerden geçebilen bir bakteriydi. Iwanowski
1903’te yayınladığı son makalede de hastalığın nedeninin kültürü yapılamayan bir bakteri olduğu
görüşünü sürdürdü. Martinus Beijerinck’in 1898 yılında yayımlanan makalesi, bu üç bilim adamınca
ortaya konanlar arasında hastalıkla ve neden olan ajanla ilgili yapılmış en detaylı çalışma. Hastalığa
neden olan organizmayı kültürde üretmeyi filtre etmeyi kendinden önceki bilim adamları gibi
başaramayan Beijerinck hastalığın nedeninin "contagium vivum fluidum" yani "bulaşıcı canlı sıvı"
olduğu yorumunu yaptı.
Hasta bitkilerin özsuyunun aşılanarak sonsuz sayıda sağlıklı bitkiye hastalığın
bulaştırılabileceğini gösterip enfeksiyon ajanının kendisini hasta bitkide çoğalttığını ileri sürdü.
Beijerinck, Iwanowski’nin aksine tütün mozaik hastalığının nedeninin bir mikroptan oldukça farklı
bir şey olduğunu fark etti. Bu nedenle son zamanlardaki virolojinin kurucusu olarak Iwanowski’nin
yerine Beijerinck’in adı anılır oldu. Tütün mozaik virüsünün (TMV) ardından filtrelerden geçebilen,
mikroskopla belirlenemeyen ve kültüre edilemeyen bu garip enfeksiyon etkenlerine yenileri de
eklenir. Beijerinck’in makalesinin yayınlandığı 1898 yılında Freidrich Loeffler ve Paul Frosch, şap
hastalığına da benzeri bir ajanın yol açtığını bildirdiler. Çok geçmeden bitki, hayvan, insan ve
bakterileri enfekte eden virüsler bulundu. Özellikle bakteriler enfekte eden virüslerin
(bakteriyofajların), bulunmasıyla viroloji araştırmaları hızlandı. Tütün mozaik virüsü 1935 yılında
Wendell Stanley tarafından saflaştırılıp kristalize edildi. Bu virüslerin moleküler yapısını
tamamlamada ve onların doğasını aydınlatmada ilk adım. Stanley, bu çalışması nedeniyle 1946
yılında Nobel ödülüne layık görüldü. Stanley kristalize edilen virüsün enfeksiyon özelliğini
koruduğunu da gösterdi. Virüslerin canlılar ile cansızlar arasındaki sınırdaki yerlerinin farkına varan
Stanley, bunu şu sözlerle anlatır: "Boyutları göz önünde bulundurulduğunda biyologların
organizmalarıyla, kimyacıların moleküllerinin iki aşırı ucunun çakıştığı yerde bulunmaları, sadece
virüslerin doğasına atfedilen gizemin artmasına hizmet etmektedir. Ve bu şekilde yaşayan ile
yaşamayanı birbirinden ayıran keskin çizginin artık geçerliliği yoktur. Bu gerçek çağlar kadar eski
bir sorunun çevresinde dönen tartışmaları alevlendirmiştir: "Yaşam nedir?"
Bilim insanları varlıkları canlı ve cansız varlıklar olarak iki kategoride sınıflandırmışlardır.
Bu sınıflandırmada hücresel yapı, beslenme, büyüme-gelişme, hareket, adaptasyon, üreme, uyarılara
tepki, boşaltım, metabolizma ve organizasyon kavramları göz önünde bulundurulmuştur. Peki
virüsler bu özelliklere sahip midir?
Canlıları sınıflandırmada kullanılan kriterleri göz önünde bulundursak virüslere canlı varlık
demek pekte uygun olmayacaktır. Çünkü virüsler herhangi bir konak içerisine girmeden bu
özellikleri gösterme yeteneğine sahip değillerdir. Ancak konak içerisine girdiğinde kendi kalıtım
maddesini kopyalama ve sayısını artırma özelliğine sahip olacaktır. Bu açıdan bakıldığında ise
canlılık özelliğini gösterdiğini sizde anlamışsınızdır.
Asıl mesele bunların canlı olup olmadıkları değil tabii. Asıl mesele bu kadar küçük canlıların
dünyada bende varım dercesine katliamlara sebep olması. Sadece insanlar mı etkilenmekte bu
varlıktan. Ne yazık ki insanlar yanında diğer canlılarda virüslerin etkisi altında.