Page 79 - BODRUMDERGI | MAYIS 2023
P. 79
diyor sır kâtibi. “Kitap elbette yanında değil ama nerede olduğunu biliyorsun” diyor. “Evet” diyorum “Beyazıt Kütüphanesi’nde. Babamlar Türkiye’ye gelirken değerli kitaplarını yanında getirmişler. Babam ve amcam birlikte gidip kitabı kütüphaneye bağışlamışlar. Bunu mu istiyorsun” diyorum şaşkınlıkla. “Evet” diyor.
“Senin kabul etmen ve verdim gitti demen yeterli. Kitap bana gelir, sen orasını merak etme ve elbet senin gibi bir meraklı ile değiş tokuşta kullanılır bir gün. Verdiğim de elbet ne aldığım ile müsavidir” diyor tuhaf kıyafeti ile ayakta dimdik duran sır kâtibi.
“Sanırım benim de şahit olduğum, padişah ile vezir-i azam arasındaki sırlardan biri, tuhaf mı desem, komik mi, bir hikâye senin işini görecektir” diyor yüzümün alacağı ifadeyi dikkatle süzerken.
Ben, “Yani padişah III. Selim ile veziri arasında komik ve tuhaf bir hikaye geçti, siz de oradaydınız ve bunu bana anlatacaksınız öyle mi” diye soruyorum şaşkınlık içinde. “Evet” deyince hiç düşünmeksizin “Verdim gitti” diyorum...
Gülümsüyor ve yanında durduğu sunak şeklindeki büyük mermer blok üzerinde duran nefti yeşil deri ciltli defteri bana uzatıyor. Defteri alıyor ve kapağını kaldırıyorum. Sarı sayfa boş, ikinci sayfa da sonraki sayfalar da...
Defter bomboş. Yüzüne bakıyorum o hâlâ gülümsemeye devam ediyor ve “Bir gün dolar o sayfalar. Zamanı geldiğinde, tam zamanı geldiğinde” diyor. Tam bir tevekkül içinde “Tamam” diyorum. Nedense bu tuhaf, gizemli, akla mantığa sığmayan değiş tokuşa olan inancım tam. Ben bir şey vermediğim hâlde o istediğini almış oluyor, o da bir hikâye vermediği hâlde ben istediğim hikâyeyi almış oluyorum. Hayata dair tam bir gerçek alışveriş.
Son olarak merakımı yenemeyerek soruyorum, “Bu dehlizin nerede bittiğini, söylendiği gibi Kınalıada Hristos Manastırı’na çıkıp çıkmadığını...”
“Sana verdiğim hikâye orada başlıyor” diyor sır kâtibi. “Gitmene gerek yok. Oradan geliyorum ben. Hikâye de seni oraya götürecek zaten...”
“Haydi dön artık ve hangi kapıdan girdiysen bu dehlizden çık” diyor sır kâtibi yumuşak bir ses tonuyla ama emreder bir vurguyla.
Defteri kolumun altına sıkıştırıp geri dönüyorum. Geçtiğim tünellerden ve iki geniş galeriden geçip dehlize indiğim demir kapının önüne geliyorum.
Kapıyı hızla yumrukluyorum. Demir kapının sesi gerilerden, tünellerden, galerilerden, duvarlardan, kubbelerden yankılanarak tekrar bana dönüyor ama kapı açılmıyor. Kapıyı
daha hızlı ve daha heyecanlı yumruklamaya devam ediyorum. Sonunda kapıyı tekmelemeye başlıyorum ama kapının ardında en ufak bir ses, bir hareket yok. Kalbimin atış hızı yine yükselmeye başlıyor. “Ne yani ben şimdi bu tünelde mi kaldım?”
Derken kapının ardında kilide telaşla sokulmaya çalışılan anahtarın tıkırtısını duyuyorum. İçimden Allah’a şükürler ederken kapı ardına kadar açılıyor. Arkadaşım hayretle yüzüme bakarken ben azarlarcasına “Neredesin, kaç dakikadır kapıyı çalıyorum” diyorum. Korkudan dilim damağıma yapışmış.
Arkadaşım ise hayretle yüzüme bakarken “Ne oldu, gitmekten
vaz mı geçtin? Bir saat demiştim. İçeride müşteri ile ilgileniyordum zor duydum kapının sesini” diyor. “Ne demek vaz mı geçtin? Bir saate yakındır tüneldeyim. Beni kapının arkasında bekleyeceğini düşünmüştüm” diyorum. Arkadaşım hayret ve dehşet içinde yüzüme bakmaya devam ediyor ve “Kapıyı kapatır kapatmaz
öne geçtim ve gelen müşteri ile konuşmaya dahi fırsatım olmadı. Kapıyı kapatalı daha üç dakika bile olmamıştır” diyor. Kolumun altındaki deftere bakarak “Bu ne” diye soruyor. “Anlatırım” diyorum, “Hele sen bana bir bardak su ver..”
Bu anlattıklarımın üzerinden yaklaşık sekiz sene geçti. Defteri
kütüphanemde not defterlerimin olduğu bölüme koymuştum. İlk günler gidip gelip defteri açıp baktım. Defter sayfaları hep boştu. Hiç kandırıldığımı, aptalca bir oyuna kurban gittiğimi, safça olan bitene inandığımı düşünmedim. Gerçek
bir hikâyenin beni beklediğine olan inancım tamdı.
Sonraları defteri tamamen unuttum. Ta ki “Şu hikâyelerini, öykülerini
bir toparla da kitap yapalım bunları” diyen arkadaşlarım, dostlarım çoğalana kadar. Sonunda yayınlanmış öykülerim ile yeni yazdığım ve kimsenin okumadığı birkaç öyküyü kapsayacak bu kitabın düzenlenmesi işine giriştim.
Ancak hep bir eksiklik hissediyordum. Bir hikâye eksikti. Bu kitaba girecek son bir öykü daha olmalıydı ama bir türlü çıkmıyordu böyle bir öyküye gidecek ipucu. En sonunda aklıma boş defter geldi.
Sır kâtibi bana boş defteri verirken ne demişti: “İçinde bulunduğun sıkıntıyı biliyorum. Bunun için sana kitabının en sonuna koyacağın hikâyeyi vereceğim.” Ve ilave etmişti, “Bir gün dolar o sayfalar, zamanı geldiğinde, tam zamanı geldiğinde.”
Kütüphaneden defteri alıyor
ve açıyorum. İlk sayfası boş,
ikinci sayfayı açtığımda ise
işte hikâye karşımda. Mora
çalan bir mürekkeple yazılmış hikâye defterin sarı sayfaları içinde akıp gidiyor. Oturuyor ve heyecanla okuyorum. Şu cümle
ile bitiyor hikâye, “İşbu 12 sahife III. Selim’in Sır Kâtibi Bolevî İbrâhim Rûznâmesinden günümüz Türkçesine çevrilerek Abdül Hakim torunu, Suphi oğlu Ali’ye
el yazması Kuran-ı Kerim karşılığı verilmiştir.“
Bu olaydan çok güzel bir hikâye çıkacağı gün gibi aşikârdı. Güzel bir alışveriş yapmıştım sır kâtibiyle.
Kitabımın son hikâyesini bulmuştum. Şimdi bunu
bir kurmaca öykünün içine yerleştirmek kalıyordu. Bu, benim için işin kolay kısmıydı artık..
Nefti yeşil deri ciltli defteri kapatıyorum ve “Bitti bu iş.. Kitap artık çıkabilir” diyorum...
77