Page 77 - BODRUMDERGI | MAYIS 2023
P. 77

 kalkıp doğrulduğumda rahatça yürüyebileceğimi fark ettim. Tavan oldukça yüksekti ancak zemin, balçık çamur içinde yürüyormuşum gibi yumuşak
ve yapışkan bir topraktı. Birkaç adım attığımda sağ duvardaki bir meşale birden alev aldı ortalık aydınlandı. Üç metreye yakın genişlikte bir dehlizin içindeydim. Fenere ihtiyacım yok gibiydi ancak ilerisi hâlâ karanlıktı. Feneri dehlizin sonuna doğru, ileri tuttum. Işık gidebildiği
kadar gidiyordu ve hiçbir şey görünmüyordu. İlerlemeye devam ettim. On adım kadar atmıştım ki bu sefer dehlizin sol duvarında
bir meşale alev aldı ve ardımda bıraktığım ise söndü. İçimden “Bu da nesi böyle, sensörlü meşale mi” diye sordum. Öyleydi; yürüdükçe bir sağ, bir sol duvardaki meşale yanıyor ve ardımda bıraktığım
ise sönüyordu. Yaklaşık 250-300 metre böyle yürümeye devam ettim. Etrafta hiçbir şey yok derken nispeten geniş ve daha yüksek, tavanı kubbeli ufak bir meydana çıktım. Toprak burada daha kuruydu. Dört bir yandaki meşaleler birden parlayıverdi. Küçük bir şapel kubbesini andıran tavanın altında, büyükçe bir salonda duruyordum. Tam ortasına geldim ve etrafıma bakındım. Duvara yaslanmış iki adet kazma sapına benzeyen sopa gördüm. Üzerinde bir yazı vardı sanki. İyice yaklaşıp elime almak istedim.
Dokunmamla sopa adeta toza dönüştü ve kum gibi yere döküldü. Sanırım nem ve ağaç kurtlarının tükettiği sopa benim hareketimi bekliyordu. Diğerini elleyemedim. Sopanın yanında anlayamadığım bir hayvan
iskeleti duruyordu. Büyük bir
fare, kedi ya da küçük bir köpek. Bilemiyorum. Duvarlarda herhangi bir yazı, işaret yoktu ve bu ufak meydanın karşısında yol ikiye ayrılıyordu. Böyle durumlarda hep tercih ettiğim gibi soldaki yoldan devam etmeye karar verdim. Arkamda bıraktığım meydanın ışıkları sönerken girdiğim galeride adımımı atar atmaz meşale yanmıştı bile. Az önce yürüdüğüm genişlikte ve yükseklikteki bu koridorda da yaklaşık aynı mesafeyi yürümüştüm ki bu
sefer dev bir kubbenin altındaki
çok büyük bir salona geldiğimi hayretle gördüm. Yerin altında küçük Ayasofya büyüklüğünde bir kubbe ve altıgen gibi duran köşeli büyük meydanın ortasına geldiğimde, yirmiye yakın meşale ortalığı ışıl ışıl aydınlatıyordu. Zemin terakota tuğla ile kaplıydı. Sanki bin yıl önce yapılmış bir tünelde değil henüz yüz yıllık, terkedilmiş bir kilise kubbesinin altında duruyordum. Kubbenin en üstünde, ortada büyük betondan bir kapak vardı. Bir sarnıç kapağı gibi. Yerde yaklaşık on kadar çelik matara duruyordu. Sağa sola serpiştirilmiş gibi duran mataralardan birini eğilip aldım. Tuz buz olmadı, sapasağlam duruyordu. Daha sonra bunların 1918’lerde İstanbul’un işgali sırasında İngiliz askerlerinin tavandaki sarnıç kapağını
açarak kutsal sudan almak için sarkıttıkları mataralar olduğunu öğrenecektim. Yine aynı şekilde yerde pırıl pırıl parlayan renkli camlar da Ayasofya’yı aydınlatan dev avizelerdeki kandillerin
cam parçalarıydı. O anda
ben Ayasofya’nın tam altında olduğumu bilmiyordum. Bunu daha sonra öğrenecektim.
Kubbenin altında durduğum meydan ileride yine iki koridora açılıyordu. Bu koridorlar, öncekilerden çok daha geniş ve sütunlarla güçlendirilmişti. Yine soldaki koridora doğru yürüdüm ve hemen ileride on metre kadar önümde, arkasından gelen ışıktan sadece siluetini gördüğüm dev gibi biri duruyordu.
Kalbim yerinden çıkacak gibi atmaya başladı. Bu tünelde biriyle karşılaşacağımı hiç ama hiç aklıma getirmemiştim. Nedense o ana kadar hiç korkmamış, ürkmemiştim de ama şimdi resmen dizlerim titriyordu ve olduğum yere çakılıp kalmıştım. İleri gitmem ya da en azından “Kim var orada” diye bağırmam dahi mümkün değildi. Zaten yeteri kadar ilerlemiş, göreceğimi görmüştüm. Artık geri dönecektim. Sonra biraz daha sakinleşince bunun bir heykel olabileceğini düşündüm. Yine
de geri dönmeye karar verdim. Tam davranıyordum ki dalga geçercesine ve sanki gülerek, “Gel hele, gel sen buraya” dedi biri.
Sesi dehliz duvarlarında yankılanarak bana ulaştığında, ben iliklerime kadar kaskatı kesildiğimi hissettim. O hâldeyken ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum,
yine sonradan 5. yüzyıldaki güçlü Bizans İmparatoru II. Teodosios’un halka görünmeden Ayasofya’dan Tekfur Sarayı ve Hipodroma geçtiği tünel olduğunu öğrendiğim koridora ilk adımımı attım.
Sonraki adımları nasıl attığımı
hâlâ hatırlamıyorum. Yaklaşık on beş adım sonra musalla taşı gibi mermer bir lahdin yanında ayakta duran hayatımda gördüğüm
en tuhaf kıyafetli adamla karşı karşıyaydım. Aramızda şimdi bir metre ya vardı ya yoktu.
Önceden iki metre boyunda gördüğüm adamın kafasındaki beyaz destarlı kâtibî kavuk yaklaşık 40 santim ise 1.65 boylarında falan olmalıydı. Üzerinde kırmızı çuhadan kürk yakalı kontoş, önü kapalı çiçekli kumaştan üç peşli entari, kırmızı dökme şalvar ve sarı yemeni vardı. Belindeki ipek şal kuşağın içine sokuşturulmuş altın divit takımı, boynunda asılı sırma işlemeli bir kesede ise yazı kağıdı ve diğer malzemeleri taşıdığını sonradan anlatacaktı bana, sır kâtibi olduğunu öğrendiğim adam.
   75












































































   75   76   77   78   79