Page 23 - Adilname 2019 orjinal
P. 23

MELEKLER  dan  daha  iyi  kimse  bilemezdi.  Kasabanın  ihtiyarları,  onun  balıklara   aramış,  kahvelerde  konuşulmuş,  aslı  astarı  soruşturulmuştu.  Bir  gün  seyre  doyamadığı  İstanbul’unu,  hayali  bir  melek  nasıl  süsleyebilirdi?

 fısıldadığını söyler, kuruntularla örülmüş hayatının son demlerine doğru
        buraya  da  gelir  umuduyla  yılmadan  beklemeye  koyulmuşlardı.  Bu  Onun  şairi  olunur,  ressamı  olunur,  mecnunu  olunurdu.  Zaten  kendisi
 VE  geçmişindeki huzurlu günlerini arzuladığını konuşurdu. İçlerinden bazıları   efsanelere itibar eden balıkçıların büyük çoğunluğu ekmek teknelerine  de İstanbul’un bir şairi, ressamı, mecnunu değil miydi? İlk o anlatmıştı
        “Melek” ismini koymuşlardı. Birbirinden renkli teknelerin dizildiği eski  masallarla  İstanbul’u.  Kasaba  halkı  henüz  uyanmamışken  ağır
 da bunu evde karılarına ve çocuklarına anlatır, hatta bundan büyük bir haz
 ŞEYTAN  alırdı. Onun büyük bir hasretle beklediği o yerleri gidip gören, şehrin çeşitli   herkes bu efsaneye yürekten inanıyordu. Asılsız olduğunu söyleyenler  rutubetli duvarlarına. Şimdi ise biraz olsun sevilebilmek istiyordu yalnızca.
        iskele şimdi “Melek” adlarıyla yeni bir canlılığa kavuşmuştu. Çoluk çocuk  uykusundan,  o  İstanbul’u  özlemiş,  İstanbul’u  işlemişti  kulübesinin
 renklerle  donatılmış  manzaralarını  arkalarında  bırakarak  poz  vermiş
        de vardı.  Onların da gün geçtikçe de sayıları azaldı, azaldı ve nihayet  İstanbul olarak, İstanbul’u arayarak buğulu camında... Kulağına hoş gelen
 kimseler  ise  onun  kasabada  sevilip  sayılmayışından  cesaretle  nispet
 yaparcasına  anlatırdı.  Şöyle  süslü  saraylar  vardı,  böyle  tarihi  camiler   kasabanın  tamamı  onları  tepelerin  ardından  izleyen  bir  meleğin  izini  bir melodi gibi yineleyip durdu ve susturamadı yüreğini balıkçı. Üstüne
 inşa edilmişti, öyle muhteşem ve eşsiz bir dokuya sahipti ki insan orada,   sürdü durdu. Bu efsanenin halkın kucağına attığı bir ateş vardı elbet.  sımsıkı kilitler vurulduğu küçük kulübesinden dışarı çıkmak istiyordu.
 erin saydam bulutların çırpınan yansımalarının dalgalara ahenkle  yudumlayacağı buram buram tüten bir bardak çaya servetini yatırabilir, o   Balıkçılıktan  kazandıkları  üç  beş  kuruşu  da  zorda  kalan  eşi  dostuyla  Kasaba halkı gibi geçici bir hevesle arzulamıyordu İstanbul’u. Yıllar önce
 uzanışı… Güneşin şatafatlı tahtına sükûnetle oturuşu… Mozaik pullu  an orada zamanı durdurabilir ve doğup büyüdüğü şu topraklara bir daha   paylaşan  kasabalılar  şimdi  anlatıla  anlatıla  bitirilemeyen  o  topraklara  yitirdiği iç huzurunun peşindeydi...
 Slevreklerin,  alımlı  palamutların  sokak  satıcılarını  andıran  hayret  geri  dönmeyebilirdi.  Bilmem  kaçıncı  seferinde  bir  vapurun  düdüğünü   gidivermek  için  yarışıyor,  hatta  bu  uğurda  birbirlerini  çiğniyorlardı.  O
 dolu bakışları…   işittiysen, güvertesinde oturduysan ve çekildiysen kalabalık dünyandan,   derece gözü dönmüşler vardı ki aralarında, o şehri görmek pahasına yılda  Denizin tuzundan kurumuş ellerine baktı ve saatlerce öylece oturup tek
 işte o zaman içinde kıpraşan umutlara dokunurdun. Gün batımını seyir   birkaç kez ellerinin para görmesine razı olmuşlardı. Hiç şüphesiz o şehir,  başına  sabahladığı  günleri  bir  bir  geçirdi  gözlerinin  önünden.  Öylece
 Tebessüm dolu bir sabah, bir yelkenlinin çetin bir fırtınayı aşması gibiydi.  için bir tepeye çıktın mı mümkün değil ardına bakmadan dönemezdin.   düşlerin sergilendiği gösterilerde başrolü üstlenen yegâne İstanbul’dan  oturup  susmasını  kaldıramıyor,  bağırıyordu  yüreği.  Fırtınanın  etkisiyle
 Karanlığın  derin  sessizliğinden  kopup  balıkçının  yünden  eldivenlerinin  Ya  o  köprüler,  o  kuleler…  İnsan  aklına  hayaline  sığdıramazdı  onları.   başkası değildi!  dolup boşalıyordu. Ardından bir daha, bir daha…
 ta  içine  yerleşmişti.  Dün  gecenin  kimsesiz  garip  bir  yolcuyu  andıran  Rüyasında görse dehşete kapılır, etkisinden kurtulamazdı. Sanki sihirli
 çaresizliği, bugün yerini isli bir çehreye bırakmıştı. Balıkçının, insanların  bir el değmiş de beyazın tüm içtenliğini gözler önüne sunmuştu. Kendini   Asırlar öncesinden mavinin en manidar tonlarını kırmızıdan seçip koparan  İstiyordu ki İstanbul olsun, İstanbul. Evet, en çok o hak ediyordu bunu.
 ancak masum bir dervişte görebileceği mahcubiyeti, yeni doğan bir günle  karanlıktan sakınır gibi bir hali vardı. Bu yabanlığa rağmen, anlaşılması   gök kubbe selam verip gösterideki yerini almıştı. Kasaba halkı, balıkçıyı  Kasaba halkı, efsanelere itibar etmeden evvel, balıkçıdan uzaklaşmış,
 beraber denizle kucaklaşmıştı. Denizin koynunda bir oraya bir buraya  güç olan bir cömertlikle elini attığı dağı, taşı bu güzelim şehre çevirmişti.   çileden çıkartan taşkınlıklarına bir son vermiyordu. Balıkçı, kasabanın bu  zararsız  küçük  kulübesini  yaparken  onca  tantana  çıkarmışlardı.  Tüm
 yüzgeç sallayarak kendilerini aşkın dalgalara bırakan balıklar, uzaklara  Kasaba halkı artık, “Ne olurdu buraya da gelseydi!” diye düşünür olmuştu.  tutumundan bezmişti. Buna rağmen diğerleri gibi aklını yitirmediğinden  bunlara inat balıkçı, yalnız sürdürdüğü hayatının delik deşik ettiği ruhuna
 en çok da uzaklara özlem duyar ve orada yaşatılan bir serüvenin içine   kendisinde  az  rastlanır  bir  memnuniyet  baş  göstermişti.  Her  gün  İstanbul’un merhem olabileceğine inanıyordu. Hem niye olmasındı? O, bu
 girivermek isterlerdi. Balıklar, bir kuşun kanadına asılmak ve tüylerinin  Öyle ki kasaba halkı, bu az da olsa güngörmüş, çocuğu tahsil gördüğünden   nefretle dolup taşan yüreğini bastırmaya çabalıyor, ama yataktan kalkıp  sevgisinden bir an bile vazgeçmiş miydi? O İstanbul’u dinlemekten hiç
 arasında kaybolan maviliği içlerine çekmek, hapsetmek isterlerdi. Ama  şehre yolu düşmüş ya da geçen kış hasılatıyla varlıklı sayılan kişilerin   iskeleye yöneldiğinde hiçbir anlam taşımayan “Melek”leri gördükçe alıp  usanmış mıydı? Birisi İstanbul olacaksa şu kasabada, o olmalıydı. Ondan
 ne yazık ki cilalarla renklendirilmiş teknelerin tahta burunlarından öteye  sözlerinden  olsa  gerek,  sabah  akşam  ince  ince  nakletmiş  çeşmeleri,   başını gidesi geliyordu. Neyse ki onu burada tutan bir İstanbul’u vardı,  başkası düşünülemezdi. Bir taşla iki kuş vurmayı akıl etmişti sonunda.
 geçemezlerdi.   hanları, hamamları merak eder olmuşlardı. Şu ana kadar ise, bir benzerini   kasabalının  beklediği  gibi  bir  İstanbul  değildi  onunki.  Büyülü  bir  elin  İnsan olmak saygı ve itibar görmesine yetmediyse, İstanbul olmak ona
 yaşamamış olmanın verdiği kaygıyla, her gece uykularına dalarken burayı   parmaklarından dökülen mısraların sıralandığı bir şiir de değildi o.   değer verecekti. Ne de güzel düşünmüştü bunu! Geriye bir tek İstanbu l
 Buralarda doğan her balık yalnızca bir yerin hayalini kurar yalnızca bir tek  düşlemekten kimse kendini alamıyordu. Bütün bu söylentilerden payını   olmak kalmıştı. O da şurada bir duruversin, önce şu yakaladığım balıkları
 yerin mercanları arasında göğü doyasıya seyretmek isterdi. Bunu balıkçı-  alan herkes, bir şehri böylesine büyülü bir güzelliğe kavuşturan bir melek   Ya kasabalıların yaptıklarına ne demeliydi? Güzelliklerini şu ana kadar   bir güzel temizleyeyim. Bak sonra gerisi nasıl da çorap söküğü gibi gele-
 20 | ADİLNÂME / 2019                                                                         21 | ADİLNÂME / 2019
   18   19   20   21   22   23   24   25   26   27   28