Page 111 - Neşide Dergisi 5.Sayı E-Book
P. 111
Düşünce/
yorum
Yersel unsurları, yâni beşer doğasını temsil eder. çektiğimiz fotoğraf kareleri ve bu dondurulmuş
Şeylerin meydana çıkması, rûh ve maddenin bir- karelerle ilgili duygu ve düşüncelerimizden olu-
leşmesiyle oluşur. şur. Yâni hâfızamızın yakaladığı, tuttuğu görüntü,
artık geçmiş olandır. İşte zihinlerimizin bu ölü
Doğası gereği görünmez olan rûh, sadece
mevcûdiyeti, yâni geçmiş olaylarla ilgili düşünce
bedenlerin varlığıyla seçilir hâle gelir. Rûh, zattır;
ve duygularımız; bizi gerçek benliğimizden ayı-
aslolandır. Yâni kendi başına vardır. Bedenler ve
ran perdeyi, kabuğu oluşturur. Bir başka deyişle
eşyalar ise kendi başına var olmayıp rûhla, canla
yedi büyük günah; yâni gurur, kibir, kin, nefret,
vardır. Yatay boyutla simgelenen madde dünyası;
öfke, şehvet, oburluk gibi duygular, övülme ve
gerçekte sadece bir yansıma olduğundan, maya
onaylanma isteği, gerçek benliğimiz olan o küçük
yâni illüzyon dünyasıdır. Bu, maddenin rûh olma-
ilâhî ışığı yansıtacak bir ayna ve en yüksek idrak
dan yâni yaratıcısı olmadan kendi başına var ola-
kapasitemiz olan kalbimizin üstünü bir toz ya da
mayacağı anlamına gelir. İşte insan, bu dik üçgeni
sis tabakası gibi kaplar ve onu kullanılamaz hale
oluşturan görünmez ve bilinmez rûhla; ters üçge-
getirir. Biz, niteliklerden sıyrılmış; isimsiz ve şekil-
ni oluşturan görünür ve bilinen bedenden, yâni
siz olanızdır. Ama bunu kavrayamadığımız içindir
maddeden meydana gelmiş iki yönlü bir bilme-
ki, düşünce ve duygularımıza yapışırız. Bunları
cedir. Bu iki zıt üçgenin tepelerini, yâni tezâhürün
kendimiz zannederiz. Böylece ego-benliği oluşur.
iki zıt kutbunu; Tanrı âlemiyle insanlık ve madde
Ego, bize bir şekil ve sahte bir kimlik verir. Kendi-
âlemini birbirine bağlayan dikey düzlem insanın
ni tanıma yolundaki insan; kalbinin sesine kulak
mânevî hayatını oluşturur. Ayaklarıyla yeryüzü-
vermedikçe, onu ön yargılardan oluşmuş kir ve
ne maddeye, aklını ve rûhunu sembolize eden
pastan temizlemedikçe, içindeki Allah bilgisine
bakışıyla da gökyüzüne bağlı olan insan, arada
doğrudan ulaşamaz. Bunu sağlamak için nefsini
yana açılmış kollarıyla dikey boyutta olduğu ka-
arındırma çalışması içindeki arayıcı; zihnini ölü
dar yatay boyutta da yaşar. İnsanın bu iki boyutu-
mevcûdiyetinden yâni birbiri üstüne yığılmış
nun, yâni yatay ve dikeyin kesiştiği merkez nokta
duygu ve düşünce katmanlarından kurtarmaya
ise kalbinin en derininde gizli olan ilâhî bilinçtir.
çalıştıkça, derinlerde hapsolup kalmış kızgınlık ve
Merkezde bulunması nedeniyle o; hem görünür
acıları gün yüzüne çıkmaya başlar. Aslında ortaya
âlemlerin, yâni yaratılışın hem de görünmeyen,
çıkan, tetikte bekleyen gölgelerimizdir ve gölge-
yaratılış öncesi âlemlerin bilgisiyle donatılmış
lerimiz tıpkı ateş gibidir: Bir yerde söner gibi olur-
kozmik bir bilinç ya da rûhtur. O; insanı Allah’a gö-
ken başka bir yerden alevleniverir.
türecek, onu tanıyıp tanıtacak olan saf bilinçtir. Bu
bilince ermiş her varlık; mükemmel insan, insan-ı Tüm içsel dönüşüm sürecinde en zor dönem,
kâmildir. İnsanın gerçek varlığı, koskoca evren- gölgelerimiz üzerinde yapılan çalışmadır. Ancak
de bir okyanusken; insanî rûhumuz yâni aklımız yine de Allah lütfetmeden kusursuz bir varlık
sadece bir fincandır. Bu fincanı oluşturan kalıbı olamayız. Hem değil mi ki, dünyaya gelmekten
kırdığımız zaman, okyanusla bir olup küllî (tam) amaç, insanın kendini ve Tanrı’yı bilmesidir. İnsan
akla, insan-ı kâmile ulaşırız. Yâni, yeniden okyanus kalbini -yâni gönlü- bu denli değerli kılan, içinde
oluruz. İşte kırılması gereken bu kalıp; kişiliğimiz, barınan o küçük ilâhî ışıktır ki bu ışık her şeyin
nefsimiz, ya da bir başka deyişle ego-benliğimiz- başlangıcıdır.
dir. Bu kalıbı kırmak dünyanın en zor işidir ve çok
Şöyle ki, Hakk özüne duyduğu aşk yüzünden
zaman alır ama imkânsız değildir. Kişilik ya da
tanınıp bilinmek için bir nûr/ışık olmuştu. Bir baş-
ego-benliğimiz, beynimizin hâfıza bölümünün bir
ka deyişle, aşk kendini ışık şeklinde göstermişti.
ürünüdür. Hâfızamız, sürekli bir akış olan hayattan
Işık, aydınlatan olduğu için aşk bilmektir. Kalpte
gizli bulunan o ezelî ve ebedî özü doğrudan, per-
desiz görmektir. İşte bu yüzden Yûnus Emre, aşk
Foto: Ezgi Pekşen
sözcüğü yerine çoğu kez “ışık”, görme anlamı da
içeren “ışk” sözcüğünü kullanır. Gerçek aşk; an-
cak tanıma, bilme ve yaşamakla mümkündür.
Yâni ışk/aşk olmadan mârifete; Tanrı bilgisine
ulaşılamaz. Bir başka deyişle ışık/aşk olmadan
Tanrı’yı tanıyamayız. Görüldüğü gibi hakîkat, en-
telektüel bilinçle kavranamaz. Bu sır, çok kitap
okuyarak da çözülemez.
Er, Hakk’ı bilen kişidir. Hakk’ı bilen kişi ise
egosunu (nefsini) yenmiş, yok etmiştir. İşte böy-
lece Hakk âşığı olan talib egosunu yenme ko-
109