Page 118 - Efsane
P. 118
DAY
DÜNYA BULANIKTI. SİLAH VE BAĞRIŞMA SESLERİ hatırlıyordum, bir de yüzüme soğuk su
çarpıldığını. Bazen bir anahtarın kilitte dönme sesini duyuyor ve kanın metalik kokusunu hissediyordum.
Gaz maskeliler eğilmiş bana bakıyordu. Hastane aracının sireni kafamda hep yankılanıyordu. Kapatmak
için düğmesini aradım ama kollarımda garip bir his vardı. Hareket ettiremiyordum. Sol bacağımdaki
korkunç acıdan dolayı gözlerimden yanaklarıma yaşlar süzülüyordu. Belki de bacağım tamamen
mahvolmuştu.
Yüzbaşının annemi vurduğu an kafamda tekrar tekrar canlanıyordu, aynı sahnede takılı kalmış bir film gibi.
Neden oradan çekilmediğini anlayamıyordum. Kaçmasını, eğilmesini, herhangi bir şey yapmasını
söylüyordum. Ama o kurşun isabet edene kadar orada öylece durup yere
düşüyordu. Yüzü bana dönüktü ama bu benim suçum değildi. Olamazdı.
Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir süre sonra bulanıklık geçti. Ne kadar olmuştu acaba, dört beş gün? Belki
de bir ay olmuştu. Şu anda dört çelik duvar arasında, penceresiz küçük bir odada olduğumu görüyordum.
Askerler küçük, kasa kapısına benzer bir kapının iki yanında nöbet tutuyorlardı. Yüzümü buruşturdum.
Dilim çatlamış, kupkuruydu. Gözyaşlarım yüzümde kurumuştu. Ellerim metalden kelepçe gibi bir şeyle
sandalyenin arkasına sıkıca bağlanmıştı ve bir saniye sonra da oturmakta olduğumu fark ettim. Saçım
yüzüme şeritler halinde düşmüştü. Yeleğim kan içindeydi. Aniden içimi bir korku kapladı: şapkam.
Kimliğim açığa çıkmıştı.
Sonra sol bacağımdaki acıyı hissettim. Bu, daha önce hissettiğim bütün acılardan daha beterdi, o dizimin ilk
kez kesildiği zamandan bile. Soğuk terler döküyordum, görüşümü parıltılar kapladı. O an bir ağrı kesici,
baldırımdaki yanmanın üzerine buz koymak ya da bir kurşun daha sıkıp acıma son vermeleri için her şeyi
yapabilirdim. Sana ihtiyacım var, Tess. Neredesin?
Ancak eğilip bacağıma baktığımda kana bulanmış bandajlarla sıkıca sarılı olduğunu gördüm.
Askerlerden biri uyandığımı fark etti. Elini kulağına bastırdı. "Uyandı, efendim.”
Birkaç dakika sonra -belki de saatler sonra- metal kapı açıldı ve annemin ölüm emrini veren komutan içeri
girdi. Pelerini de dâhil üniforması tam takım üzerindeydi, floresanın altında üç ok bulunan gümüş rütbe
nişanı parlıyordu. Elektrik. Bir hükümet binasındaydım. Kapının diğer tarafındaki askerlere bir şeyler
söyledi. Sonra da kapıyı savurarak kapattı ve yüzünde bir gülümsemeyle başımda gezinmeye başladı.
Görüşümü kaplayan kızıl renk bacağımdaki acıdan dolayı mı, yoksa komutanın varlığına duyduğum
öfkeden miydi, bilemiyordum.
Komutan gelip sandalyemin önünde durdu, sonra da yüzüme doğru eğildi. “Sevgili çocuğum," dedi.
Sesinden eğlendiğini duyabiliyordum. "Bana uyandığını söylediklerinde çok heyecanlandım. Gelip seni
kendi gözlerimle görmek istedim. Şanslı olduğunu bilmelisin; doktorlar, aile dediğin enfeksiyon kapmış
grupla o kadar zaman geçirmene rağmen vebaya yakalanmamış olduğunu söylediler.” Geri çekilip ona
tükürdüm. Bu hareket bile bacağımı dağlayan bir acıyla titretmeye yetmişti.
"Ne kadar güzel bir çocuksun sen.” Zehir dolu gülümsemesini görüyordum. "Bir suçlu yaşamı sürmeyi
seçmen ne kadar yazık. Kendi başına ünlü olabilirdin biliyor musun, hele de böyle bir
yüzle. Her yıl ücretsiz veba aşıları. Çok güzel olmaz mıydı?"