Page 124 - Efsane
P. 124
mi?”
“Ne kadar erken, o kadar iyi, değil mi?” Sesinde aniden beliren keskinlik ağzımı açık bıraktı. “Bir de
senin onunla o kadar çok zaman geçirdiğini düşünüyorum da, seni uykunda öldürmediğine şaşıyorum.
Ben...’’
Thomas durdu, sonra da cümlesini yarım bırakmaya karar verdi.
Aklım Day’in öpücüğünün sıcaklığına, yaralarımı nasıl sardığına gitti. Yakalandığından beri bu konuyu
yüzlerce kez düşündüm. Ağabeyimi öldüren Day acımasız, merhametsiz bir suçluydu. Peki ya,
sokaklarda tanıştığım Day kimdi? Tanımadığı bir kız için kendi güvenliğini tehlikeye atabilen o çocuk
kimdi? Annesinin ölümü için bu kadar derin keder duyan Day kimdi? Ona tıpatıp benzeyen ağabeyi John
hücresinde sorgulama sırasında o kadar da kötü biri gibi görünmüyordu; Day’in hayatı için kendininkini,
Eden'ın özgürlüğü için sakladığı parayı ortaya koyabilen biriydi. Böyîesine kalpsiz bir suçlu nasıl bu
aileden olabilirdi? Sandalyeye bağlı, yaralı bacağının acısıyla can çekişen Day’i hatırlayınca hem
öfkelendim hem de kafam karıştı. Onu dün öldürebilirdim. Silahıma birkaç kurşun doldurup onu vurur ve
bu durumdan kurtulurdum. Ama silahımı doldurmadım.
Thomas, Day’e hücresinde söylediğim şeyleri tekrar edercesine, “Bütün sokak serserileri aynı,” diye
devam etti. “Day’in hasta kardeşinin, küçük olanın dün Komutan Jameson’m üzerine tükürmeye
çalıştığını duydun mu? Taşıdığı o virüsü komutana bulaştırmaya çalıştığını?
Day’in küçük kardeşiyle ilgili henüz bir soruşturmaya geçmedim. “Söylesene,” dedim ve durup
Thomas’a baktım. “Cumhuriyet bu çocuktan ne istiyor? Neden onu hastane laboratuvarına götürdüler?”
Thomas sesini alçalttı. “Bilmiyorum. Bu konuyla ilgili birçok şey gizli. Ama cepheden birçok generalin
onu görmeye geldiğini biliyorum.”
Kaşlarımı çattım. “Sadece onu görmek için mi gelmişler?” “Yani, birçoğu bir çeşit toplantı için gelmiş.
Ama laboratuvara uğramayı da ihmal etmemişler.”
“Cephedekiler neden Day’in küçük kardeşini merak etsinler ki?” Thomas omuz silkti. “Eğer generaller
bilmemiz gereken bir şey olduğunu düşünürlerse bunu bize söylerler.”
Kısa bir süre sonra yüzünde çenesinden yanağına kadar bir yara izi bulunan bir adam araya girdi. Bu
Chian'dı. Bizi görünce büyük bir sırıtış yüzüne yayıldı ve bir elini omzuma koydu. “Ajan Iparis! Bu gece
senin gecen. Sen bir yıldızsın! Sana söylüyorum, tatlım, yüksek çevrelerdeki herkes senin bu dâhiyane
performansını konuşuyor. Özellikle de komutanın; seni kızıymış gibi hayran hayran anlatıyor herkese.
Ajanlığa terfi edilişin ve kazandığın ödülden dolayı da seni tebrik ederim. 200,000 Not bir sürü güzel
elbise almaya yeter de artar bile.” Kibarca başımı salladım. “Çok naziksiniz, efendim.”
Chian yara izlerini çarpıtacak şekilde gülümseyip eldivenli ellerini çırptı. Üniformasındaki rozetler ve
madalyalar onu okyanusun dibine batıracak kadar ağır olmalıydı. Rozetlerden birinin altın ve mor
renklerde olmasına şaşırdım, bu onun bir savaş kahramanı olduğu anlamına geliyordu ama hayatı
boyunca arkadaşları için bir kere bile canını tehlikeye attığına inanmak güçtü. Aynı zamanda bu onun bir
uzvunu kaybettiği anlamına da geliyordu. Elleri yerindeydi, demek ki protez bacağı vardı. Hafifçe
eğildiği yön sol ayağını daha çok kullandığım gösteriyordu.
Chian, “Beni takip edin, Ajan Iparis. Siz de, yüzbaşı,” diye emir verdi. “Sizinle tanışmak isteyen biri var.”
Bu Komutan Jameson’ın bahsettiği kişi olmalıydı. Thomas bana gizemli bir şekilde gülümsedi. Chian bizi
banket koridorundan ve dans pistinden geçirerek salonun büyük bir kısmı ile aramızda duvar oluşturan