Page 130 - Efsane
P. 130
DAY
"AYAĞA KALK. ZAMAN GELDİ."
Biri tüfeğin dipçiğiyle kaburgalarıma vurdu. Rüya dolu bir uykudan birden
koparıldım; önce annemin beni ilkokula götürdüğünü, sonra da Eden’ın kan dolu
irislerini ve sundurmanın altındaki kırmızı sayıyı gördüm. Gözlerimi açamadan
iki çift el beni sürükledi, ağırlığımın bir kısmı bacağıma binince feryat ettim.
Dünden daha fazla acımasının mümkün olamayacağını sanıyordum ama
olabiliyormuş. Gözlerim yaşla doldu. Görüşüm keskinleşince, bacağımın
sargıların altında şiştiğini gördüm. Tekrar bağırmak istedim, ama dilim damağım
kurumuştu.
Askerler beni hücremden dışarı sürüklüyordu. Beni bir önceki gün ziyaret eden
komutan bizi koridorda bekliyordu, beni görünce gülümsemeye başladı.
"Günaydın, Day,” dedi. "Nasılsın?"
Cevap vermedim. Askerlerden biri durup komutana hızlıca selam verdi.
"Komutan Jameson,” dedi, "cezaya çarptırılma aşamasına geçmeye hazır
mıyız?"
Komutan onayladı. "Beni takip edin. Bir de zahmet olmazsa ağzını tıkayın,
lütfen. Sürekli uygunsuz şeyler hakkında bağırmasını istemeyiz, değil mi?"
Asker tekrar selam verip ağzıma bir bez parçası sokuşturdu.
Uzun koridorlardan geçtik. Tekrar üzerinde kırmızı sayı bulunan çift kapılardan
geçtik; ardından sıkı bir şekilde korunan birkaç kapıdan ve büyük cam panelleri
olan kapılardan geçtik. Beynim döndü. Tahminimi doğrulamak için bir yol
bulmam, biriyle konuşmam gerekiyordu. Susuzluktan zayıf düşmüştüm, acıdan
midem bulanıyordu.
Arada bir cam panelli odaların içinde, duvarlara kelepçelenmiş, feryat eden
birilerini görüyordum. Paçavraya dönmüş üniformalarından onların
Koloniler'den gelen savaş esirleri olduklarını anladım. Peki ya John da bu
odalardan birindeyse? Ona ne yapacaklardı?
Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir süre sonra, yüksek tavanlı, devasa bir ana
salona girdik. Dışarıda kalabalık sloganlar atıyordu ama kelimeleri
anlayamıyordum. Binanın önüne çıkan kapıların önünde askerler dizilmişti.