Page 236 - Risale-i Nur - Lem'alar
P. 236

YİRMİALTINCI  LEM’A                                                                                                    239


          ile bakıyorlar. Bütün bu insanlar divane mi olmuşlar, yoksa şimdi ben divane
          mi oluyorum ki, bu dünyaperest insanları divane görüyorum?" Her ne ise...
          Ben,  ihtiyarlığın  verdiği  şiddetli  İntibah  cihetinde,  en  evvel  alâkadar
          olduğum  fâni  şeylerin  fâniliğini  gördüm.  Kendime  de  baktım,  nihayet-i
          aczde gördüm. O vakit, Beka isteyen ve Beka tevehhümüyle fânilere müb-
          tela olan Ruhum  bütün kuvvetiyle dedi  ki:  "Madem  cismen  fâniyim,  bu
          fânilerden bana ne hayır gelebilir... Madem ben âcizim, bu âcizlerden ne
          bekleyebilirim...  Benim  derdime  çare  bulacak  bir  Bâki-i  Sermedî,  bir
          Kadîr-i Ezelî lâzım." diyerek taharriye başladım. O vakit herşeyden evvel,
          eskiden beri tahsil ettiğim ilme müracaat edip, bir Teselli, bir Rica aramaya
          başladım. Maatteessüf o vakte kadar ulûm-u felsefeyi, Ulûm-u İslâmiye ile
          beraber havsalama  doldurup o ulûm-u  felsefeyi pek yanlış olarak  maden-i
          tekemmül  ve  medar-ı  tenevvür  zannetmiştim.  Halbuki  o  felsefî  mes'eleler
          Ruhumu çok  fazla  kirletmiş ve  Terakkiyat-ı Maneviyemde  engel olmuştu.
          Birden Cenab-ı Hakk'ın Rahmet ve Keremiyle Kur'an-ı Hakîm'deki Hikmet-i
          Kudsiye imdada yetişti. Çok Risalelerde beyan edildiği gibi; o felsefî mes'e-
          lelerin  kirlerini  yıkadı,  temizlettirdi.  Ezcümle:  Fünun-u  Hikmetten  gelen
          zulümat-ı ruhiye, Ruhumu Kâinata boğduruyordu. Hangi cihete baktım, Nur
          aradım; o mes'elelerde  Nur bulamadım, teneffüs edemedim. Tâ Kur'an-ı Ha-
          kîm'den  gelen  ve   وه َل ى  َ  ا ى    َل     ا   هٰل     ا    Cümlesiyle  Ders verilen Tevhid, gayet parlak
                           َ ُ
          bir Nur olarak bütün o zulümatı dağıttı; rahatla nefes aldım. Fakat nefs ve
          şeytan, ehl-i dalalet ve ehl-i felsefeden aldıkları derse istinad ederek, Akıl ve
                                                                     ى ى
          Kalbe   hücum  ettiler.  Bu  hücumdaki  münazarat-ı nefsiye  دمحْلا للّ      Kalbin
                                                                      ٰ
                                                                 ْ َ
          Muzafferiyetiyle  neticelendi.  Çok  Risalelerde  kısmen  o  münazaralar
          yazılmış.  Onlara  iktifa  edip,  burada  yalnız  binde  bir  Muzafferiyet-i
          Kalbiyeyi göstermek için, binler bürhandan birtek bürhan beyan edeceğim.
          Tâ ki, gençliğinde hikmet-i ecnebiye veya fünun-u medeniye namı altındaki
          kısmen dalalet, kısmen malayaniyat mes'eleleriyle ruhunu kirletmiş.. kalbini
          hasta etmiş.. nefsini şımartmış bir kısım ihtiyarların ruhunda temizlik yapsın.
          Tevhid  hakkında  şeytan  ve  nefsin  şerrinden  kurtulsun.  Şöyle  ki:  Ulûm-u
          felsefiyenin  vekaleti  namına  nefsim  dedi  ki:  Bu  Kâinattaki  eşyanın,
          tabiatıyla bu mevcudata müdahaleleri var. Herşey bir sebebe bakar. Meyveyi
          ağaçtan,  hububatı  topraktan  istemeli.  En  cüz'î,  en  küçük  bir  şey'i  de
          ALLAH'tan  istemek ve  ALLAH'a  yalvarmak ne demektir?  O vakit  Nur-u
          Kur'an ile Sırr-ı Tevhid, şu gelecek surette inkişaf etti. Kalbim o mütefelsif
          nefsime  dedi:  "En  cüz'î  ve  en  küçük  şey;  en  büyük  şey  gibi,  doğrudan
          doğruya bütün bu Kâinat Hâlıkının Kudretinden gelir ve Hazinesinden çıkar.
          Başka surette olamaz. Esbab ise bir perdedir. Çünki en ehemmiyetsiz ve en
          küçük  zannettiğimiz  mahluklar,  bazan  san'at  ve  hilkat  cihetinde  en
          büyüğünden
   231   232   233   234   235   236   237   238   239   240   241