Page 88 - Efsane
P. 88

"Tabii ki hayır.” Kız arkasına yaslanıp dikkatlice uzandı. Sargısının orta kısmının koyu bir kırmızıya
                dönüşmekte olduğunu gördüm. "Sokaklarda çöp karıştırıyorum. Birçok yeri geziyorum."

                "Lake bu sıralar güvenli değil,” dedim. Balkonun köşesinde bir parça turkuaz renk gözüme çarptı.
                Yerdeki bir çatlaktan küçük bir demet papatya bitmiş. Annemin en sevdiği. "Burada vebaya
                yakalanabilirsin."

                Kız sanki bilmediğim bir şey biliyor gibi bana gülümsedi. Keşke bana kimi hatırlattığını çözebilseydim.
                "Endişelenme," dedi. "Kızgın değilken dikkatliyimdir.”

                Sonunda akşam olup da kız düzensiz bir uykuya dalınca Tess’e onunla kalmasını söyledim ki gizlice
                ailemi kontrol etmeye gidebileyim. Tess buna sevindi. Lake'in veba bulaşmış bölgelerine gitmek onu hep
                tedirgin eder ve her seferinde sanki vebanın derisine yayıldığını hissedebiliyormuş gibi kollarını
                kaşıyarak dönerdi.
                Kolumun içine bir demet papatyayı, cebime de ne olur ne olmaz diye birkaç not tıktım. Tess gitmeden
                önce herhangi bir yerde parmak izi bırakmayayım diye ellerimi sarmama yardım etti.

                Hava şaşılacak kadar serindi. Sokaklarda veba devriyeleri yoktu, sadece arada sırada geçen arabaların ve
                JumboTron reklamlarının uzaktan gelen sesleri vardı. Kapımızdaki garip X hâlâ orada her zamanki gibi
                göze çarpıyordu. Hatta askerlerin en az bir kere eve geri geldiklerinden emindim, çünkü X parlak ve
                boyası tazeydi. Bölgeyi bir kere daha kontrol etmiş olmalılardı. Kapımızı işaretlemelerine sebep olan şey
                her neyse demek ki hâlâ buralardaydı. Evimizin yakınındaki gölgelerde arka bahçemizin köhne çitlerinin
                arasından içeriyi görebilecek kadar yakında bekliyordum.

                Kimsenin sokakta devriye gezmediğine emin olduğumda, gölgelerin içinden eve yaklaşıp sundurmanın
                altına açılan kırık bir tahta döşemeye doğru süründüm. Döşemeyi kenara aldım. Sonra da karanlık,
                rutubet kokan gediğe girip arkamdan tahtayı yerine koydum.
                Üsteki odaların döşeme aralıklarından ışık huzmeleri geliyordu. Annemin arka kısımdaki yatak odasından
                gelen sesini duyabiliyordum. Oraya doğru yürüdüm, yatak odasının havalandırmasının yanına çömelip
                içeri baktım.

                John kollarını kavuşturmuş, yatağın kenarında oturuyordu. Duruşundan bitkin olduğunu anladım.
                Ayakkabıları çamur içindeydi; annem onu bu yüzden haşlamış olmalıydı. John odanın diğer tarafına
                bakıyordu, annem orada duruyor olmalıydı.

                Annemin sesini tekrar duydum, bu sefer anlaşılabilir geliyordu sesi, "ikimiz de henüz hastalanmadık,”
                dedi. John tekrar gözlerini yatağa çevirdi. "Bulaşıcı değil gibi görünüyor. Eden’ın teni de hâlâ iyi
                durumda. Kanama yok.”

                John, "Henüz yok,” diye cevap verdi. "Kendimizi en kötü ihtimale hazırlamalıyız, anne. Ya Eden...”

                Annemin sesi keskindi. “Bu evde öyle şeyler söylenmeyecek, John.” '

                “Bastırıcılardan daha fazlasına ihtiyacı var. Onları bize veren kişi çok iyiliksevermiş ama yetmiyor işte.”
                John başını sallayıp ayağa kalktı. Şimdi bile, hatta özellikle şimdi, annemin nerede olduğumu
                öğrenmemesi gerekiyordu. Yataktan uzaklaşınca, Edenin sıcağa rağmen çenesine kadar çekilmiş bir
                battaniyeyle yattığını gördürn. Cildi terden parlıyordu. Rengi de tuhaf, solgun, hastalıklı bir yeşildi. Böyle
                belirtileri olan başka bir veba türü hatırlamıyordum. Boğazım düğümlendi.
                Yatak odası hiç değişmemişti, içindeki az sayıda eşya eski ama hâlâ rahattı. Odada Eden’ın üzerinde
   83   84   85   86   87   88   89   90   91   92   93