Page 89 - Efsane
P. 89
yattığı eski püskü divan, yanında da üzerine eskiden bir şeyler karaladığım, çiziklerle dolu çekmece
dolabı vardı. Duvarda olması zorunlu Seçmen portresi, etrafında da fotoğraflarımızdan birkaçı asılıydı,
sanki o ailemizin bir üyesiymiş gibi. Yatak odası bunlardan ibaretti. Eden daha bebekken John'la birlikte
ellerinden tutup onu odanın bir ucundan diğer ucuna yürütürdük. Kendi başına yürüyebildiğinde John ve
annem ellerini coşkuyla birbirine çakardı.
Şimdi annemin gölgesinin odanın ortasında durduğunu gördüm, hiçbir şey demiyordu. Kambur sırtını,
ellerini başına koyuşunu, cesur yüzünün sonunda solduğunu hayal edebiliyordum.
John ofladı. Üstümde adım sesleri yankılandı, anneme sarılmak için odayı geçtiğini biliyordum. "Eden
iyileşecek. Belki bu virüs daha az tehlikelidir, belki kendiliğinden iyileşir.” Duraksadı. “Gidip çorba için
malzeme var mı bir bakayım." Odadan çıktığını duydum.
John eminim ki buhar fabrikasında çalışmaktan nefret ediyordu ama en azından evden çıkıp bir süreliğine
kafasını dağıtacak bir şeylerle uğraşabiliyordu. Şimdi Eden'a hiçbir şekilde yardım edemeden burada
tıkılıp kalmak onu öldürüyor olmalıydı. Altımdaki gevşek toprağı avuçlayıp yumruğumu sıktım. Keşke
hastanede veba ilacı bulunsaydı.
Biraz sonra annemin odanın öbür ucuna yürüyüp Eden'ın yalağına oturduğunu gördüm. Elleri yine
sargılar içindeydi. Kulağına rahatlatıcı bir şeyler fısıldadı ve öne eğilip saçlarını yüzünden aldı. Gözlerimi
kapadım. Zihnimde yüzünü canlandırdım, yumuşak, güzel ve endişeli halini. Açık mavi gözlerini, pembe,
gülümseyen dudaklarını. Annem beni de eskiden yatağıma yatırırdı, örtülerimi düzeltip tatlı rüyalar derdi.
Şimdi Eden'a neler fısıldıyor merak ediyordum. Aniden ona olan özlemim dayanılmaz bir hale geldi.
Buradan çıkıp kapımızı çalmak istedim. Toprağa yumruğumu daha da sertçe geçirdim. Yapamazdım. Çok
riskliydi. Seni kurtarmanın bir yolunu bulacağım, Eden, söz veriyorum. Para kazanmak için daha
güvenilir bir yol bulmak yerine gidip bir Skiz dövüşüne bu kadar çok para yatırdığım için kendime
küfrettim.
Kolumun içine sokuşturduğum papatyaları çıkardım. Bazıları ezilmişti ancak onları dikkatle düzeltip
etrafını yavaşça toprakla kapladım. Büyük ihtimalle annem bunları asla göremeyecekti. Ama ben onların
burada olduğunu biliyordum. Bu çiçekler hâlâ hayatta olduğumun, hâlâ onları koruduğumun kanıtıydı.
Papatyaların gerisinde toprakta kırmızı bir şey gözüme çarptı. Kaşlarımı çatıp daha iyi bakabilmek için
toprağı üstünden silkeledim. Bir işaret vardı, bütün bu taşın toprağın altına yazılmış bir şey. Bir sayıydı
bu, gölün kıyısında Tess’le birlikte gördüğümüzün aynısı fakat bu sefer yazan rakam farklıydı: 2544
Küçükken kardeşlerimle saklambaç oynarken gelip buraya saklanırdım. Fakat daha önce bunu
gördüğümü hatırlamıyordum. Eğilip kulağımı yere dayadım.
Başta hiçbir şey yoktu. Daha sonra hafif bir ses duydum, bir vınlama; sonra da tıslama ve çağıltı. Bir tür
sıvı ya da buhar gibi. Muhtemelen aşağıda bir boru hattı vardı, göle kadar giden bir düzenek. Belki de
bütün bölgede vardı bu. Toprağı biraz daha süpürdüm ama başka bir kelime ya da işarete rastlamadım.
Sayı zamanla eskimiş gibi duruyordu, üzerindeki boya pul pul aşınmıştı.
Biraz daha burada durup sayıyı sessizce inceledim. Yatak odasındaki havalandırmadan son bir kez daha
baktım, sonra da sundurmanın altından çıkıp gölgelere karıştım ve şehre geri döndüm.